Efnan Atmaca – Beyoğlu’nun yeni kültür sanat mekânlarından biri Metrohan. Birinci katında mekânla organik bağ kuran bir oyun sahneleniyor. Prömiyerini 27. İstanbul Tiyatro Festivali’nde yapan “Annemden Kalan Gül Ağacı Masanın Üzerinde Çaydanlık Beyaz Bir İz Bıraktı” aynı mekânda seyirciyle buluşmaya devam edecek. Oyunun yazarı Ferdi Çetin. Yönetmen Kayhan Berkin. Sahnede ise Ayşe Lebriz Berkem, Kayhan Berkin, Nergis Öztürk, Okan Urun var. Oyun aynı apartmanda yaşayan insanların hayatına pencereden bakarken yazar bir anne ile akademisyen kızına fokuslanıyor. Onların yaşadıkları üzerinden sadece anne-kız ilişkisine değil, günümüzün insanlar arası kurulan bağlarına farklı bakış açısı getiriyor. Gerçeklikle düş arasında gidip gelen bir oyun bu adı hayli uzun olan yapıt. Her seyredenin kendine göre yorumlamasına imkân veren bir atmosfer yaratıyor. Sadece içerik olarak değil, biçimsel farklılıklar da sunuyor. Genellikle ekranda görmeye alışık olduğumuz teknikleri binanın doğal salonuna taşıyor. Ve seyircinin de o mekâna özel olarak yaratılan performansın bir parçası olması sağlanıyor. Berkin ile hem oyunu hem de farklı biçim arayışlarını konuştuk.
■ Öncelikle bu oyunla biçimsel olarak bir farklılık deniyorsunuz. Bir anlamda seyirciyi üretime ortak edip tabiri caizse sinema tekniklerini de kullanıp yeni bir dil sunuyorsunuz. Neden böyle bir yol seçtiniz?
Oyun metni Ferdi Çetin (oyunun yazarı) ve Noyan Ayturan (oyunun dramaturgu) ile üzerinde uzun zamandır düşünüp çalıştığımız bir şey. Daha önce yaptığımız ya da başkalarının yapageldiği işlerden bağımsız hem tiyatro sanatı hem de hayatla ilgili çarpışmalarımızı, hesaplaşmalarımızı dürüstçe ele almaya çalıştığımız bir sürecin ürünü.
Bu oluşan şeyin Metrohan’da oynanması ortaya çıktığında da eldeki malzeme ile mekânın imkânlarını mekânla kavga etmeden bir araya getirmeye çalıştık kendi yeteneğimiz doğrultusunda. Ortaya çıkan sonucun da hep aynı mekânda oynanması, blackbox ya da İtalyan sahnelerde temsil edilmemesi konusunda da ısrarcı olduk. Çok fazla farklı oyunu İstanbul’un farklı sahnelerinde aynı anda oynanan bir yönetmen olarak kendi adıma yeni şeylere/biçimlere ihtiyaç duyduğum bir dönem olması bu tür cesur sayılabilecek bir arayışa beni sürükledi diyebilirim galiba.
■ Yine mekâna özel tasarlanmış gibi görünen bir oyun çıkıyor karşımıza. Tiyatroya enstalasyonun da eklendiği disiplinlerarası buluşma. Siz ne düşünüyorsunuz bu disiplinlerarası buluşmalar konusunda?
Genel bir değerlendirme yapmam yakışık almaz, her türde projede olduğu gibi mekân ile organik bağı olan işler olduğu gibi mekân ile daha eklektik bir bağ kuran işler de mevcut. Umarım bizim oyunumuz mekân ile organik bağ kuran taraftadır.
■ Festivale konuk olan yabancı oyunlarla da gördük ki tiyatro teknolojiden büyük yardım almaya başladı. Ne dersiniz, tiyatro nasıl bir kulvara doğru evrilmeli sizce?
Tiyatro ile kendi döneminin teknolojisi hep iç içe oldu. Benim tutumum ise şu şekilde, eğer teknolojik imkânlar sahne üzerinde hakikati aramama yardımcı olursa kullanırım, yardımcı olmuyorsa kullanmam.
Bir tür umut ya da nostalji
■ İçeriğe gelirsek bir anne-kız çatışmasının başrolünde yas, kimlik, ilişki gibi konulara değiniyorsunuz. Kayıplardan sonra şekillenen ilişkilere bakıyorsunuz. Belki çok klişe ama sevdiklerimizin değerini kaybettikten sonra mı anlıyoruz? Ya da kel ölüp sırma saçlı mı oluyor?
Hayatım boyunca büyük konuştuğum şeylerin hepsi ayrı ayrı başıma bela olmuştur, bu bir tür lanet ya da klişe de değil, hayatın büyük laflar edilemeyecek kadar karmaşık olmasıyla ilgili. Bu türden sebeplerle bu tür büyük sorulara büyük cevaplar vermek istemem. Kayıplar geçmişte olduğu için ve geçmişi de her gün yeniden icat ettiğimiz için o anki hissimize göre onları konumlandırışımız değişiklik gösteriyor. Şimdi ile baş edemediğimizde ya geçmişe ya geleceğe döneriz, bir tür umut ya da nostalji. Var olan şeylerle başa çıkmaya çalışıyoruz var olmayan şeylerle.